"Yaşamın yüzlerce yönelimli bir deneme olsun; başarısızlığın ve başarın kanıt olsun; neyi denediğinin ve kanıtladığının da bilinmesini sağla" Nietzsche, KGW VII (16).
Tavan aydınlatması gereğinden fazlaydı. Işık nedeniyle insanların yüz hatları, mimikleri ve duyguları kaybolmuştu. Sadece koyu makyajlı kadınlar ve kocaman gülüşlü adamlar algılanabiliyordu. Yalnızca elinde kırmızı şarap olanların yanına gidiyordum. Kırmızı bir seçimdir çünkü. Ortasında dahil olduğum konuşmalara genel geçer yorumlar yapıp sakince uzaklaşıyordum. Herkes çok haklıydı ya da bana öyle geliyordu.
Merdivenden yukarı çıktım. Dostlarım buradaydı.
Yuvarlak bir masa etrafında toplanmışlardı. Beş kişiydiler. Beşinci kişi "Arkita" kalkıp duruyordu oturduğu yerden. Odayı hızlıca turluyor sonra zemindeki cam pencereden aşağı bakıyordu. O kalktığında yerine oturdum. "Aşağı gelsenize" dedim. Hararetli bir tartışma yaşanıyordu. Beni duymadıklarını fark edip Arkita'nın peşinden gittim. Çok hızlıydı yetişemiyordum. Bir ara beni fark etti yavaşladı.
-"Aşağı gelsenize, canım sıkılıyor" diye tekrarladım.
- "Ben bakıyorum pencereden, bazen geliyorum da. Önemli bir şey gerçekleşmiyor" dedi .
-"Geldin mi? Seni hiç görmedim. Öyle ya çok hızlısın. Evet önemli bir şey gerçekleşmiyor. Hiç böyle hayal etmemiştim" dedim.
-"Çok az vaktimiz kaldı biliyorsun değil mi?" dedi.
Hızlıca masaya döndü. Tartışmaya dahil oldu. Pencereden aşağıya baktım. Birileri beni arıyordu.Onları izliyordum. Arkita ile konuşmadan önce olsa yanlarına gidebilirdim ama şimdi her şey olduğundan daha anlamsız geliyordu. Hem ellerinde kırmızı şarap olmayanlarla konuşmak istemiyordum. Masaya baktım. Arkita yine yoktu. Tartışma bitmişti. Bu kez derin bir suskunluk hakimdi.
Boş sandalyeye oturdum. "Artık aşağıda durmak istemiyorum. Zaten her şeyin sonundayız."
"Değişecek, sen konuklarının yanına git. Hiç kimseye bir şeyden bahsetme." dedi Alıver.
"Ona aldırma, kabul etmek istemiyor. Herkese söyleyebilirsin çok az zamanımız kaldı. Bu gece son yağmur yağacak" dedi Eff.
Alıver masadaki kartları havaya fırlattı.
O anda Arkita elinde bir parça bulut ile geldi. "Henüz gökyüzüne inmemiş hala beyaz" dedi.
Yeniden şiddetli bir tartışmanın başlamıştı.
Arkita'nın getirdiği bulut parçasından alıp merdivenden indim. Bir anda tüm konuklar salonun ortasındaki bir yaprak fosilinin etrafında toplandı. Fosilin başında bir bilim adamı konuşuyordu. Elinde kırmızı şarap yoktu. Sonra bir anda bana dönerek;
- "Sevgili dostum! Sizce bu fosil aynı zamanda bir sanat eseri midir ?" diye sordu.
O anda Arkita'yı görür gibi oldum.
Benden yanıt gelmeyince bir şair fosilin yanına yaklaştı. Elinde kırmızı şarap vardı. "Bence burada sanat eseri olan yağmurdur" diyerek söze başladı ve devam etti:
"yaprağı; çamurdan tozdan arındıran,
yıkayan, ıslatan
çürüten, üşüten
aynı yağmur değil mi?"
Bu konuşma Arkita'nın ilgisini çeker diye umuyordum ama etrafta yoktu. Yukarıya baktım gökyüzüne açılan pencereden kimse bakmıyordu. Bir anda şiddetli bir ses geldi sanki gök yarılıyordu.
Şair durmaksızın tekrarlıyordu.
"Bırak biraz yağmur yağsın
Bırak biraz yağmur yağsın
Bırak biraz yağmur yağsın"
Tekrar merdivenlere yöneldim.Şairin sesi yukarıya kadar geliyordu. Arkita orada oturuyordu.
Beni görünce "Artık aşağı inmene gerek yok " dedi.
Masanın üstünde kırmızı bir bulut vardı.
Bir seçim olan kırmızı, uzak doğu mitlerinde, kaderleri birleşecek olan çiftlerin ayak bileklerine tanrılar tarafından kırmızı birer ip bağlanmasından söz eder, böylece yıllar sonra birleşecekleri mühürlenir. Kırmızı kanın rengidir, hem yaşamı hem ölümü simgeler. Kanın akıyorsa yaşıyorsun, diğer yandan da ölüyorsun. Ben bunu derim.
YanıtlaSililginç bir yorum ...
SilYazı daha da ilginç.
YanıtlaSil