26 Ağu 2015

Sinek Kuşu'nun Ölümü


Fascism being in relations between… Fascism is the primary element in the relationship between a man and women.
Bachmann, Haziran 1973.




Hatırlamak istemediğim uzun yollardan geldim. Yol üstünde sular, ağaçlar vardı. Böyle dediğimde güzel yerlerden geldiğimi düşünebilirsiniz. Güzel yerlerden gelmedim. Geçtiğim yerlerde ölü kelebekler, korku dolu bakan çocuk gözleri, çamura bulanmış sokak hayvanları, paslanmış çarkların içine sıkışmış insanlar vardı. Kanatlarımı çok hızlı çırpıp havada uzun süreli asılı kalabilirim. Böylece geldiğim yolu uzun uzun izleme fırsatım oldu… oldukça yoruldum. Elbette beni yoran kanat çırpışlarım değil gördüklerimdi.

Sonra bir dilek ağacının kuytusuna sığındım. Çünkü geldiğim yerde kimsenin dileği yoktu. Artık buraya da kimse dilek dilemek için gelmiyordu. Yine de bir zamanlar iyilik güzellik dileyen insanların buraya geldiğini bilmek beni umutlandırıyordu. Bu umut bir süre benim yaşam kaynağım oldu. Yoğun bir karga saldırısı ile karşılaşıp dengemi kaybetmeseydim bu umutla, hala yaşam ile ölüm arasındaki o ince sınırda kanat çırpıyor olabilirdim.

Yalnız yaşlı ağacım aynı zamanda bir karga yuvasıydı. Kargalar sinek kuşlarını pek sevmezler. Gökyüzünü kapkara yapacak kadar çok karga vardı burada. Ağacın derinliklerine saklanıp bir süre hayatta kaldığımı itiraf etmeliyim. Ve kargalara anlamadıkları şeyleri anlatmaya çalışmasaydım ve sessizce yola koyulsaydım şuan hala yaşayan bir sinek kuşu olabilirdim.
Şimdi tüm bedeni kargalar tarafından parçalanmış, ölü bir sinek kuşuyum. Benden geriye kalan hala birbirine sımsıkı bağlı bir çift kanat.

Ölüm bana şunları öğretti: En çok açık yara acır. Morluklar ve şişlikler fazlasıyla korku verir. Yanıklar ise geç iyileşir.

Bir sinek kuşunun ölümü için en güzel mevsim Sonbahardır.

Kalbi olmayan sinek kuşları kanatları olsa da uçamaz.




(Biterken, "Selim Saraçoğlu, Yüzleşme" çalıyordu...)

18 Haz 2015

tanrılarım, ejderhalarım, canavarlarım

gölgesinde uyuduğum tanrılarım
önce ejderhaya
sonra canavara dönüştü.

tanrılarım, ejderhalarım ve canavarlarım
artık siz ne derseniz
parçaları arasında savruluyorum

sanmayın parçaladım
sanmayın parçalandım
rüzgar esti aramızda
ve karıştık birbirimize

artık onlar ne kadar tanrı ise
ben o kadar canavarım
ve hep birlikte ejderhayız


kimseye gölge yok
uyku yok.

2 Kas 2014

göğü kurtarma günü

"Yaşamın yüzlerce yönelimli bir deneme olsun; başarısızlığın ve başarın kanıt olsun; neyi denediğinin ve kanıtladığının da bilinmesini sağla" Nietzsche, KGW VII (16).


Tavan aydınlatması gereğinden fazlaydı. Işık nedeniyle insanların yüz hatları, mimikleri ve duyguları kaybolmuştu. Sadece koyu makyajlı kadınlar ve kocaman gülüşlü adamlar algılanabiliyordu. Yalnızca elinde kırmızı şarap olanların yanına gidiyordum. Kırmızı bir seçimdir çünkü. Ortasında dahil olduğum konuşmalara genel geçer yorumlar yapıp sakince uzaklaşıyordum. Herkes çok haklıydı ya da bana öyle geliyordu.

Merdivenden yukarı çıktım. Dostlarım buradaydı.
Yuvarlak bir masa etrafında toplanmışlardı. Beş kişiydiler. Beşinci kişi "Arkita" kalkıp duruyordu oturduğu yerden. Odayı hızlıca turluyor sonra zemindeki cam pencereden aşağı bakıyordu. O kalktığında yerine oturdum. "Aşağı gelsenize" dedim. Hararetli bir tartışma yaşanıyordu. Beni duymadıklarını fark edip Arkita'nın peşinden gittim. Çok hızlıydı yetişemiyordum. Bir ara beni fark etti yavaşladı.
-"Aşağı gelsenize, canım sıkılıyor" diye tekrarladım.
- "Ben bakıyorum pencereden, bazen geliyorum da. Önemli bir şey gerçekleşmiyor" dedi .
-"Geldin mi? Seni hiç görmedim. Öyle ya çok hızlısın. Evet önemli bir şey gerçekleşmiyor. Hiç böyle hayal etmemiştim" dedim.
-"Çok az vaktimiz kaldı biliyorsun değil mi?" dedi.

Hızlıca masaya döndü. Tartışmaya dahil oldu. Pencereden aşağıya baktım. Birileri beni arıyordu.Onları izliyordum. Arkita ile konuşmadan önce olsa yanlarına gidebilirdim ama şimdi her şey olduğundan daha anlamsız geliyordu. Hem ellerinde kırmızı şarap olmayanlarla konuşmak istemiyordum. Masaya baktım. Arkita yine yoktu. Tartışma bitmişti. Bu kez derin bir suskunluk hakimdi.

Boş sandalyeye oturdum. "Artık aşağıda durmak istemiyorum. Zaten her şeyin sonundayız."
"Değişecek, sen konuklarının yanına git. Hiç kimseye bir şeyden bahsetme." dedi Alıver.
"Ona aldırma, kabul etmek istemiyor. Herkese söyleyebilirsin çok az zamanımız kaldı. Bu gece son yağmur yağacak" dedi Eff.
Alıver masadaki kartları havaya fırlattı.
O anda Arkita elinde bir parça bulut ile geldi. "Henüz gökyüzüne inmemiş hala beyaz" dedi.
Yeniden şiddetli bir tartışmanın başlamıştı.

Arkita'nın getirdiği bulut parçasından alıp merdivenden indim. Bir anda tüm konuklar salonun ortasındaki bir yaprak fosilinin etrafında toplandı. Fosilin başında bir bilim adamı konuşuyordu. Elinde kırmızı şarap yoktu. Sonra bir anda bana dönerek;

- "Sevgili dostum! Sizce bu fosil aynı zamanda bir sanat eseri midir ?" diye sordu.
O anda Arkita'yı görür gibi oldum.

Benden yanıt gelmeyince bir şair fosilin yanına yaklaştı. Elinde kırmızı şarap vardı. "Bence burada sanat eseri olan yağmurdur" diyerek söze başladı ve devam etti:

"yaprağı; çamurdan tozdan arındıran,
yıkayan, ıslatan
çürüten, üşüten
aynı yağmur değil mi?"

Bu konuşma Arkita'nın ilgisini çeker diye umuyordum ama etrafta yoktu. Yukarıya baktım gökyüzüne açılan pencereden kimse bakmıyordu. Bir anda şiddetli bir ses geldi sanki gök yarılıyordu.
Şair durmaksızın tekrarlıyordu.

"Bırak biraz yağmur yağsın
Bırak biraz yağmur yağsın
Bırak biraz yağmur yağsın"

Tekrar merdivenlere yöneldim.Şairin sesi yukarıya kadar geliyordu. Arkita orada oturuyordu.
Beni görünce "Artık aşağı inmene gerek yok " dedi.
Masanın üstünde kırmızı bir bulut vardı.

17 Haz 2014

Uçarsu

Her şey bedenimin soğuğa ve soğuk suya duyduğu tarifsiz istekle başladı. Eylül ayının sonlarına doğru, henüz hava çok soğuk değilken, geçen yazdan beri kurduğum hayali gerçekleştirmek üzere yıllık izin almıştım. Bütün yaz gidebileceğim yerleri araştırmış, sonunda ismini çok sevdiğim Uçarsu nehrinin kıyısına kamp kurmaya karar vermiştim.

Ne büyük bir heyecandı! Sürekli kendini yenileyen suya, etrafı kuşatan ağaç yaprakları arasından süzülen güneş vuracaktı ve ben her gün çırıl çıplak soğuk suda olmanın nasıl bir his olduğunu tadacaktım. Akşam üstleri çadırımın yanındaki şiir ağacıma yeni meyveler - yeni şiirler- asacaktım. Böylece doğduğumdan beri sürekli büyük güçlerin olduğunu düşündüğüm dünyayı kendime ait ve kendimi de ona ait hissedecektim.

*

Geçen hafta gittiğim doktor –bu 4. oluyor- bana yardım etmek istediğini söyledi. İlk gittiğim doktor bir daha bana randevu vermek istemediğini söylemişti. 2. gittiğim doktor bir profesördü. Onun parlak kariyerini zedelemek için rakipleri tarafından düzenlenen bir komplonun parçası olduğumu öne sürerek beni yaka paça dışarıya attı. Son doktor ise açıkça bana yardımcı olamayacağını ifade etti. Ama hastalığımın araştırılması için beni şimdiki doktoruma yönlendireceğini, onun metafizik ve alternatif tıp ile ilgilendiğini söyledi. Oysa ne hastaydım ne de metafizik uğraşlar gerektirecek bir durumum vardı. Sadece midemdeki şeyden ona zarar vermeden ayrılmak istiyordum. Bu tatilin bana bıraktığı tuhaf hediyeden “Arya”dan…

Midemdeki ses durmuyordu;

- Uçarsu’dan iç Vasalisa!
- Su iç,
- Su iiiiiç,
- İç su,
- Canım sıkılıyor, burası çok küçük,
- Beni kus artık Vasalisa…

Arya ile müthiş tatilim sırasında tanıştım. Uçarsu’da yüzdükten sonra şiir ağacıma asmak için yazdığım şiiri okuyordum yüksek sesle;

Beni bulamadıkları korkunç kara
Parçalı keskin kor
Buraya gel
Tutup kollarından sıkıca
Duvara çarpacağım seni
Gör diye şiddetini gör
Yalnızca şunu dedin
Aşkla asla
Vakti değil

Dağın içindeki ben
Toprağın içindeki ben
Ölü ben
Parçalı ben
Her biri ayrı ayrı ve hepsi aynı anda
Seslendi sana
Kalbin doğu
Güneşin benim olsun
Vaktidir elbet

Tam o anda az önce çıktığım Uçarsu’dan bir ses yükseldi. Arya’nın sesiydi bu;

- Vaktidir elbet. Ne güzel şiir. Tekrar okusana!

Önce duymazlıktan geldim. Burada uzun süre yalnız kalmak belki de bana iyi gelmemişti. Ama Arya beni varlığına ikna etmekte kararlıydı. Arya’nın böyle bir özelliği vardır. Bir kere sizi bir şeye inandırmak istemeye görsün ona inanmamak mümkün değildir. Uçarsu’ya yöneldim, birazdan hava kararacaktı. Ne varsa ya da ne yoksa onu hemen bulmalıydım. Uçarsu’ya yaklaşırken orada bir şey olmadığını ispatlamak istiyordum kendime. Çocukken de böyle yapardım. Uykudan uyanıp ışığı yakınca beni izlediğini düşündüğüm canavarın aslında babamın astığı ceket olduğunu görüp oh be derdim. Canavar beni izlemiyor, gitmiş. Tekrar bunu demek için Uçarsu’yun kenarına gittim, oh be! diyecektim Uçarsu tertemiz, zaten ne olabilir ki. Günlerdir buradayım, küçük böcekler dışında hiç bir şey beni rahatsız etmedi. Duyduğum ses sadece rüzgar, tıpkı suyun görüntümü yansıtması gibi hava da sesimi yansıtmış. Evet, evet.. Böyle olmuş, oh be! diyecektim.

Dizlerimin üstünde, her an kaçmaya hazır eğilerek suya baktım. Suda yansıyan yüzümü gördüm. Sonra sol gözümün yansıdığı mavi leke birden yukarı doğru sıçradı. Minik mavi bir balıktı bu; Arya’ydı. İnanılmazdı ama konuşuyordu.

Korktum, ama konuşan şeyin korkunç bir su canavarı yerine bir balık olması beni rahatlatmıştı. Minik mavi bir balık bana ne yapabilirdi ( Arya’yı o zamanlar tanımıyordum). Yine de şaşkındım.

-Sssse… sen konuşuyorsun nasıl ? dedim.
- Zıplayarak ve kahkahalar atarak sen de konuşuyorsun ama balıklar konuşamaz değil mi ? Günlerdir seni izliyorum açıkçası ben ne kadar güzel konuşuyorsam sen de o kadar güzel yüzüyorsun. Bu su senin için çok soğuk değil mi ?

-Yooo hiç değil. Hatta yeterince soğuk değil. Soğuğa, duruluğa özlem duyuyorum. Adın ne senin ?

-Arya. Ya senin?
- Vasalisa.
- Uçarsu'ya hoşgeldin Vasalisa. Seni bekliyordum. Burası ikimizin.

Böylece Arya ile tanıştık. Ona aynı şiiri defalarca okudum. Başlangıçta korktuğum ve o gece halüsinasyon olup olmadığına bir türlü karar veremediğim Arya’nın varlığından mutlu bile olmuştum. Hem yalnızdım hem değildim. Başka ne isterdim.

Bu arada tatilimin son günleri dolayısıyla Arya’dan ve Uçarsu’dan ayrılma vakti gelmişti. Şiir ağacıma bir veda şiiri yazdım . Arya’ya okudum. Fakat Arya’dan ayrılmak elbette bu kadar kolay olmayacaktı. Çünkü Uçarsu artık benim evrenimdi. Arya ile birbirimizin Tanrısı olmuştuk ve şiir bizim duamızdı.

Arya benim önceki hayatımda bir tatlı su balığı, onun ise bir insan olduğunu söyledi. Tıpkı benim suya özlem duyduğum gibi o da karaya özlem duyuyordu. Bir kez olsun karaya çıkabilmek için ölümü bile göze aldığını ama sıçrayamadığını söylüyordu. Canım Arya! Konuşarak kendini öyle güzel ifade ediyordu ki ne zaman konuşmaya başlasa peki diyordum. Senin için ne yapabilirim sevgili Arya? diyordum. Ben suya girince ölmüyorum ama o karaya çıkarsa ölecekti. Gerçekten dünya hiç adil değildi. Bir keresinde Uçarsu’dan aldığım bir avuç su ile onu karaya çıkarmayı bile denemiştim.

Arya bu duruma bir çözüm bulmuştu. Eğer onu yutarsam ve Uçarsu’dan içersem birlikte karaya çıkabilecektik. Ben ve Arya bir bedeni paylaşacaktık. Ve Uçarsu’da yaşayacaktık. Arya’nın söylediğine göre bu böyle sonsuza dek sürecekti. O güne değin rearkarnasyona inanmıyordum. Ama Arya’nın söylediklerine inanmamam mümkün değildi. Ölümsüz olmak değil ama Uçarsu’da yaşamak içten içe arzu duyduğum bir şeydi. Kabul ettim ve Arya'yı yuttum.


**

Doktorum Ruselman iyi bir hekim olmanın yanı sıra spirtizm ve neo-spiritüalizm ile hayli ilgili biriydi. Ama büyük bir heyecanla başladığı tedavide çıkmaza girdik. Çünkü bir yandan Uçarsu kuruyordu. Yaşam kaynağımızın tükenmek üzere olduğunu Arya'ya hissettirmeden Ruselman ve ben çözüm arıyorduk. Diğer yandan Arya midemde büyüyordu. Onun büyümesi bana tarifsiz acılar yaşatıyordu. İlk zamanlar Uçarsu’dan içiyor az da olsa yemek yiyebiliyordum. Uykum ara sıra kabuslarla bölünse de uyuyabiliyordum. Son zamanlarda ise ne yemek yiyebiliyor, ne de uyuyabiliyordum. Arya düşündüğüm her şeyi duyuyordu. Bende onu duyumsuyordum. Ruselman böyle giderse öleceğimi ve Arya’nın da öleceğini söyleyerek seçim yapmamı istiyordu. Artık biriniz öleceksiniz ya da ikiniz birden diyordu. Ölmek ya da yaşamak benim için çok önemli değildi. Ama ölürsem Arya’nın ölü bedenim içinde nasıl bir korkuya kapılacağını düşünmek beni kaygılandırıyordu. Daha sonra Arya da ölecekti hem de bu korkuyla…


Bunları düşündükçe Arya beni duyuyordu.

- Yeter artık, Kendimi boğarak öldüreceğim
- Uçarsu’dan iç Vasalisa!
- Su iç,
- Su iiiiiç,
- İç su,
- Canım sıkılıyor, burası çok küçük,
- Sıkılıyorum
- Uçarsuya gidelim …


***

Ameliyattan önce Ruselman Korkuyor musun ? dedi

Deli gibi korkuyordum. Arya duymasın diye hayır dedim. Hiç korkmuyorum. Hem korkacak bir şey yok karnımı yaracaksın midemi ve Arya’yı çıkaracaksın sonra eğer ölmezsem bana yapay mide takacaksın değil mi? Arya mı ben mi öleceğim bunu bilmiyordum. Ruselman ne yapacağını söylemiyordu. Ben de sormuyordum. Ölürsem bir balık olarak yeniden dünyaya gelecektim ve Arya’yı bulacaktım. Söz vermiştim.

Ruselman Ortaçağ’dan kalma ameliyat malzemelerini getirdi. Önce karnıma bir iğne yaptı. Şimdi sana lokal anestezi yapacağız sevgili Vasalisa dedi.

Karnımı kesti. Yeşil ameliyat örtüsü kandan kıpkırmızı olmuştu. Görmek istemiyorum. Gözlerimi kapamak istiyorum. Duymak istemiyorum. Arya bağırıyor. Çığlıklara dayanamıyorum. Ölmek üzere bir uykuya dalıyorum.

Arya’nın sesiyle uyanıyorum.
Uçarsu’ya gidelim Vasalisa...

Uyanıyorum,
Karnım paramparça,
Arya Ruselman’ın deney tüpü içinde paramparça.
Herşey fazlasıyla paramparça, ben paramparçayım.


Ama Arya’nın sesi hala kulağımda Uçarsuy…

Gidemeyiz Arya,

Uçarsu kurudu.




28 May 2014

İnsomnia

Kalbin üstündeki/
yedi kat örtüden/
altısını kaldırdım.

Bir tanesi kaldı /
dedi onu açma
yırtılır kalbin.
Dünya kalbi parçalayan bir yer.


- Bunu bir keresinde rüyamda görmüştüm . Parmaklarımdan boya çıkıyordu. Bir sürü renk!. Koruma alanları yaratabiliyordum kendime .Buna inanıyorum. Renkler karar verebilir bence. O zaman yedinci örtüyü kaldırabilirim.

- Senin sorunun bu rüyalarla gerçekleri karıştırıyorsun.


Aslında karıştırmıyorum. Gerçeklikte bedenin karşımda askı gibi duruyor. Rüyada bir pencerede yaşıyorum. Çivit mavi genişleyen bir pencere. O kadar genişliyor ki yorulduğumda içine oturabiliyorum. Hatta başkaları da gelip oturabiliyor. Yine de benim rüyam olduğundan sanırım kimse benim kadar burada değil.


Şimdi pencereden bakıyorum.
Seninle bir uçurumun dibine doğru koşuyoruz.

Şimdi pencereden bakıyorum.
Bakamıyorum, gözlerimi kapatıyorum düşüyoruz.

Uyanıyorum.
Kırlara gidelim diyorsun.
Biliyorum çıkacak rüyam.
Birlikte uçurumdan düşeceğiz. Rüyama inanıyorum.

Şimdi pencereden bakıyorum.
Kırlarda uyuyup kalmışım.

Uyanıyorum
Düşüşümden sorumlusun.

Şimdi pencereden bakıyorum.
Ölmemişiz. Seviniyorum ölmeyeceğiz.

Uyanıyorum
Uçurumun kenarındayız. Birden sen uçurumun kendisi oluyorsun.
Kollarını açarak “hadi koş” diyorsun.

Sonra ben fark ediyorum yalnızım .
Yalnızsam rüyadayım .

Uyanamıyorum. Pencere yok. O zaman gerçeklik?
Sonradan hatırlıyorum gerçekse bile ölmeyeceğim rüyama inanıyorum.


Koşup atlıyorum sen taklidi yapan uçuruma,

Uçurumdan

Düş-
ü-
yor-
um!

Şimdi pencereden bakıyorum.
Takvimden bir gün daha geçmiş.

Uyanıyorum.
Rüyama inanıyorum.
Düşerken bir dala takılıyorum.
Ölmüyorum.

Uyumuyorum. O dalı oraya sen mi koydun bunu düşünüyorum. Bir süre dalda asılı kalıyorum.

Şimdi pencereden bakıyorum. Yedinci örtüyü kaldırmamalısın diyorsun.

Uyanıyorum, rüya ile gerçek bu kadar yakın. Yine de karıştırmıyorum işte. Sana değil rüyama inanıyorum.

5 May 2014

M&W-MİRROR-ÜTOPYA



Ağacın dört bir yanını dev aynalarla kapladık. Dışarıdan bakıldığında artık ağaç yerine yansıyan küçük bir kulübe görünüyor. Böylece biz içeride çalışırken hem sonsuz ağaç ve geniş bir vadi yanılsamasına kapılıyoruz hem de ağacı olası tehlikelerden korumaya çalışıyoruz. Bu paranoyak tutum çalışmamızın sonlarına doğru ortaya çıkmaya başladı. Paranoyak tutum diyorum çünkü bu kupkuru çöle kimsenin geleceğini sanmıyorum.
W. bir uçak kazasından korkuyor. Buraya bir uçak düşerse ve hayatta kalan olursa doğrudan ağacın yanına gelirmiş. Bu konuda ona hak veriyorum. Buraya geldiğimizde kendimizi bir anda ağacın yanında bulduk. İlk gördüğümüzde serap daha sonra yapay bir bitki sandığımız ancak sonunda aradığımız şey olduğunu anladığımız ağaç çevredeki tüm canlı varlıkları kendine çekiyor. Çevrede şimdilik bizim dışımızda canlı yok. W.’nin söylediğine göre bu hep böyle olmayabilir.Ayrıca ağacın çekim gücü de var , ağacın kökünde olduğunu tahmin ettiğimiz bu güç biz toprağı kazdıkça etkisini arttırıyor. W. bizim bu durumu arttırdığımızı söylüyor. Şöyle diyor; evet daralmayı arttırdık fakat bizden önce de evren bu ağaca doğru daralıyordu. Biz sadece süreci hızlandırdık. Ve korkma diyor dünya da aşklar artacak savaşlar azalacak.
W. aynalar üzerine çok düşündü. Günlerce hiç konuşmadan aynayı yerleştireceği alanı hesapladı. Sonunda “aradığımızı bulduğumuzda” ortaya bir ışık çıkacağını söylüyor. Aynalar ışığın şiddetini arttıracakmış. Bundan en çok biz etkilenecekmişiz. Bize ne olur tahmin edemiyor ama dünyanın içinde bulunduğu çıkmazın ağacın kökündeki gücün azalmasından kaynaklandığını söylüyor. Onu bulacağız ve yüzeye çıkaracağız ve aynalarla çoğaltacağız…

-buraya bir isim koymalıyız diyorum.
W. “Eros” olsun diyor.
Aşk olmasını istiyorsun yani, aşk mı kuracak yeni dünyayı ? Aşk ne kadar gündelik, ne kadar sıradan, aşkı mı arıyoruz biz ? Hatta aşk bile değil fahişelik edebiyatı bu dediğin. Bu konuyu daha önce defalarca konuşmuştuk ve aşk kelimesini çıkarmıştık yeni lügatdan “bağ” diyecektik. Bağ güçlü ve sonsuz olana yönelik tıpkı ağaç gibi. Ama buraya bir isim bulmalıyız ve bence bilgi ya da sanat olmalı. Yunanca olabilir elbet bir sakınca görmüyorum “Ars” ya da “Sophia”… olabilir.

Sanırım biraz ileri gittim. W. oldukça öfkelendi. Donuk yüz ifadesini takındı ve sen sadece yaz dedi.Aslında ona hak veriyordum. Hayatı boyunca ütopya için çalışmıştı ve bunun dünyayı kurtaracağından neredeyse emindi. Benim misyonum ise sadece yazmaktı. W. için konuşabilen ve yazabilen bir makineden farksızdım. Ütopyasını gerçekleştireceğinden emindim. Tam olarak neyi yaptığını nasıl yaptığını bilmesem de başarılı olacaktı.Son zamanlarda aklımı kurcalayan şey W.’nin ütopyasının benimkinden farklı oluşuydu. Bu ütopyada W. ve eril ideolojisi iktidarın kendisi olacaktı. Onun aşk sözü bile beni ürkütüyordu. W. tüm bu çekincelerimin farkındaydı . Artık yeni dünyasına ilişkin hiçbir tasarıyı bana yazdırmıyordu. Sadece anlamadığımdan emin olduğu sembollerle bir takım notlar aldırıyor ve kazı süresince ona yardımcı olmamı istiyordu.

- Eros yazmak istemiyorum dedim.
- Biliyorum dedi.
-Neden olduğunu da biliyor musun ?
- Biliyorum.
- Demek biliyorsun. Yazmayacağımı da biliyorsun öyleyse. Yıllardır burada yarım yamalak bildiğim bir hayalin ortağıyım. Seninle ben aşık mıyız ?
- Aşk elbet, sen bağ diyorsun. Ben aşk ama sen gitmek istiyorsun.
- Bunu da nereden çıkardın
- Günlüğüne yazmışsın.
- Hayır yazmadım.
- Sigarayı bıraktım yazmışsın.

Şaşkınlıktan donup kaldım. Günlüğümdeki kelimelerin ne demek olduğunu yalnızca ben biliyordum . Ya da öyle sanıyordum.

W. alaycı bir ifadeyle;
-tutunup durduğum ağırlığım/ tutunup durduğum boşlukta/ artık hafifim. Böyle yazmışsın. Ne yapacaksın gidecek misin ? Yoksa beni öldürmeyi mi planlıyorsun?

- Saçmalama (o notu yazdığım gece tam olarak bunu planlamıştım aynadan bir parça kırıp bileklerini kesecektim). Artık sağlıklı düşünemiyorsun.

- Beni ayna parçası ile mi öldürecektin ? şöyle demişsin; ben bir kayanın içinden geliyorum /kayayı kırıp geldim (kocaman bir kahkaha patlattı). Gömmeye korktuğun için vazgeçtin değil mi ?

Korku ve heyecandan sesim titriyordu. Sadece hayır, yanlış anlıyorsun diyebildim (düpedüz doğru anlıyordu).

-Öyle mi yanlış mı anlıyorum küçük hanım. O zaman şunu da yanlış anlamışım. Ütopyamı kaba buluyorsun daha da önemlisi daha iyi bir ütopya yazacağına dair düşüncelerin var. İşte günlüğünden bir parça daha: Kanadın olmadan uçamazsın/ oysa kanat çıkarmanın bile bir yolu var/Bunu en iyi tırtıllar bilir/ Kuşlar da uçar ama kelebeğin zarafeti kimde var?

W. bunları söylerken bir yandan ne kadar haklı olduğumu düşünüyor diğer yandan şaşkınlık ve korku duyuyordum. W. ütopyanın tehlikeye girmemesi için beni öldürebilirdi. Fakat o zaman yalnız başına kalırdı. Oysa biz ütopyanın ilk aşıkları olarak erosu kuracaktık. Eros dedim işte. W. istediğine ulaştı.

Errrrossssss diye bağırdım.
- Bunların hepsi tek bir kelime yüzünden değil mi? Ütopyada tek bir kelime kadar önemli değilim dedim.

- Önemlisin . Ütopyayı sen yazıyorsun.

- Öyleyse neden bu kadar öfkelisin neden günlüklerimden olmadık anlamlar çıkarıyorsun?

- Çünkü ütopyayı ben kurguluyorum .Aşk ve özgürlük yoksa ütopya olmaz.Bunu yazacaksın.

- Aşk ve özgürlük olacak... Biliyor musun dün gece rüyamda ütopyayı gördüm. Ütopya olduğunda çöl deniz oluyordu.

- Biliyorum onu da yazmışsın. Göklerden yansıyan ışık/dalga oldu kıyıya çarptı.

- Beni öldürecek misin ? diye sordum.
- Elbette hayır dedi. Seni öldüremem. Ütopyayı merak ediyorsan sen de beni öldürmemelisin. Çünkü burada iki kişi olmalıyız. Ütopya en az ve en güvenli iki kişiliktir. Aksi taktirde gerçekleşmez. Fakat ütopya asla kusursuz değil bunu sana söylemeliyim. Otlar çıkacak, ayrık otları ve en az çiçekler kadar fazla olacaklar. Ancak ne çiçekleri ne de otları kimse sahiplenmeyecek işte ütopyanın en önemli özelliği bu . Çiçekler ve otlar yalnızca kendilerinin işte bu ütopyanın kendisi …

W. ütopyayı böyle anlattığında ona inanıyorum. Ayrık otlarını, çiçekleri, kuşları, kelebekleri ve tırtılları düşünüyorum. W. ütopyanın gerçekleşmesi için burada iki kişi olmamız gerektiğini söyledi. Bunu uzun zamandır biliyordum. W. günlük yazmıyor fakat ütopya ile ilgili her şeyi yazıyor. Ve tıpkı ben de onun benim günlüğümü okuduğu gibi gizli gizli ütopyayı okuyorum.

Bu gece aynanın birini kıracağım.çünkü iki kişi olmamız gerekiyor.
Aynayı kıracağım aksi taktirde üç kişi olacağız. Bu güvenli değil…


Sana çiçeklerden yeni bir dünya kuruyorum çocuk!
Bu kez doğ…